Dünyada
çok az insan İbn Haldun’u duymuştur. Duymuş olanlar ise onu “İslam’ın çıkardığı en büyük tarihçi, filozof
ve tüm zamanların en iyilerinden birisi” olarak tanımlamaktadır. Düşünürün
şaheseri Mukaddime ise “kuşkusuz aklın tüm zaman ve mekânlarda
ürettiği, türünün en büyük eseri” olarak tanımlamaktadır. Bu tanım temelsiz
değildir. Mukaddime’de tarihin
doğasının ilk sistematik değerlendirmelerinden birisini buluyoruz.
(İbn Haldun temsili resmi)
Ebu
Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadrami (İbn Haldun) Tunus’ta
(Tunus’un bugünkü başkentinde) Hicri 1 Ramazan 732 tarihinde (27 Mayıs 1332)
dünyaya geldi. Ataları yüzyıllar boyu Endülüs’te egemen olmuş, sonunda
Sevilla’yı 1248 yılında Hristiyan Kral III. Ferdinand’a teslim ettikten sonra
Kuzeybatı Afrika’ya geri dönmüşlerdi. İbn Haldun babasından Kur’an, hadis ve
Arap edebiyatına dayanan bir eğitim aldı, ayrıca önemli bir filozof ve İbn Rüşd
ve İbn Sina’nın eserlerinin şarihi Abelli tarafından eğitildi.
(İbn Haldun yaşadığı Hafsi Krallığı ve Mağrib Bölgesi)
İbn
Haldun maceralı bir hayat yaşadı. Tunus’ta yedi yıl kamu hizmetinde bulunduktan
sonra, Fas’ın Fez kentine göç etti. Orada Merini Sultanı Ebu İnan’ın kâtibi
oldu. Ancak bir esir prensi serbest bırakmakla suçlandığı için bu görevi uzun
sürmedi. 1357 yılı Şubat ayında hapse atıldı ve ancak 1358 yılında Ebu İnan’ın
vefatı üzerine serbest bırakıldı. Vezir Hasan bin Ömer tarafından görevine iade
edilmişse de can güvenliğinden korktuğu için Endülüs, yani Granada’ya göç etti.
Burada çok iyi karşılandı ve 1364 yılında Kastilya Kralı Zalim Pedro’ya elçi
olarak gönderildi. Kısa süre sonra Afrika’ya geri dönerek Hafsi Sultanı Ebu
Abdullah’ın vezirlik görevine getirildi. Siyasal sorunların artması üzerine
ailesi ile birlikte Cezayir’deki Oran vilayetinde bulunan surlar içindeki Kul-et
İbn Seleme köyüne sığındı. İbn Haldun burada Kitabü’l-İber, yani “Dünya
Tarihi” adlı eserini yazmaya başladı. Bu eserin yazımına Kahire’ye
taşındıktan sonra da devam etti. Orada kendisine hem müderrislik hem kadılık
görevi verildi. Bu görevler en az beş kez alınıp iade edildi. Daha sonra İbn
Haldun, Timurlenk’in ordularının saldırısı altındaki Şam’a düzenlenen bir
sefere katıldı. Orada Timurlenk ile tanıştı ve onunla yaptığı tartışmalarını
kaydetti. 1401 yılında Mısır’a döndü ve Hicri 25 Ramazan 808 (17 Mart 1406)
tarihinde hayata veda etti.
(Timurlenk'in Şam Savaşını betimleyen bir minyatür)
İbn
Haldun Ta’rif (otobiyografi) adlı
eserinde yalnızca Kitabü’l-İber’den
söz etse de, arkadaşı İbnü’l-Kahib onun ayrıca el Busrayi’nin Kaside-i Bürde’sine (Hz. Peygambere
övgü) ve İbnü’l-Kahib’in hukuk üzerindeki şiirine şerh yazdığını; İbn Rüşd’ün
eserlerinin büyük bir kısmının ve Fahreddin er-Razi’nin el-Muhassal’ı,
mantık ve aritmetik konusundaki tezlerinin özetlerini yazdığını belirtmektedir.
Bunlardan yalnızca el-Muhassal’ın
özeti günümüze ulaşmıştır.
Kitabü’l-İber
üç ciltten oluşmaktadır: Birinci ciltte tarih ve toplumun doğası ele alınırken,
ikincisinde Arapların tarihi ve üçüncüsünde Berberilerin tarihi ele
alınmaktadır. Birinci cildin önsözü Mukaddime
yani önsözdür. İbn Haldun burada şu iddiada bulunmaktadır:
“Önemli ve orijinal bir
metot seçiyorum. Bu eserde medeniyet, kentleşme ve insanların sosyal
örgütlenmelerinin temel karakteristikleri konusunda, okuyucuya bunların neden
ve nasıl olduklarını açıklayacak tarzda yorumlar yaptım… Sonuç olarak okuyucu
geleneğe körü körüne güvenmekten vazgeçecek.”(Mukaddime 1.11)
(İbn Haldun'un kendi el yazısı ile el-Muhassal eseri)
İbn
Haldun tarihte fantastik öykülerin rolünü sorgulayan ilk kişi değildir. Ama o
birçok tarihsel anlatımın neden yetersiz olduğuna ilişkin ekonomi, coğrafya,
demografi, askeri strateji ve taktiğe ilişkin fikirlere yer vermesi yönüyle
atalarından çok daha ileri gitmiştir. Örneğin Hazreti Musa’nın İsrail ordusu
saflarında 600.000 kişi olduğunu saydığına ilişkin iddiaları eleştirirken üç
neden saymaktadır. Birincisi, böylesine küçük bir ülke o kadar büyük bir orduyu
besleyemezdi. İkincisi, böylesine büyük bir orduyu savaşta yönetmek çok zordu.
Son olarak da ilk başta zaten böyle bir ordunun toplanması demografik olarak
imkânsızdı.
(İbn Haldun'un tartışmalarını betimleyen bir minyatür)
İbn Haldun ayrıca yalnızca önceki tarihçilerin
başarılarını taklit eden tarihçilerin sıkıcı olduklarına ve yapay eserler
ürettiklerine inanmaktadır. Bu konuda şunları yazıyor:
“Bu tarihçiler geçen
zaman içinde uluslar ve toplulukların şartları ve geleneklerindeki değişimleri
görmezden geliyorlar. Bu yüzden geçmiş hanedanlar hakkındaki tarihsel bilgileri
ve ilk çağlara ilişkin olayların öykülerini, özü olmayan kabuk şeklinde,
kınından çıkarılmış kılıç şeklinde, cehalet sayılması gereken bilgi biçiminde
sunuyorlar. Çünkü neyin gerçek ve neyin konu dışı olduğunu bilmiyorlar.”(Mukaddime
1.9)
İbn
Haldun’a göre bu tarihçiler ‘tarihyazımının
maksadına dikkat etmeyi’ unutmuşlardır. Yazara göre buradaki maksat,
tarihsel olayların ‘içsel anlamına’ ulaşmaktır. Bu çaba şunları içerir:
“Tarih, bir inceleme ve
hakikate ulaşma girişimi; olup bitenlerin nedenlerini, nasıl başlayıp nasıl
geliştiklerini inceliğiyle ortaya koymaktadır. Olayların nedenlerini ve
nasıllarını derinlemesine bilmedir. Bu yüzden tarihin kökleri felsefenin
(hikmetin) derinlerindedir. Onun için hikmet bilimlerinden sayılsa yeridir ve
böyle kabul edilmeyi hak etmektedir.”(Mukaddime1.6)
(İbn Haldun'un en önemli eseri olan Mukaddime)
Tarihçilerin
hakikate ulaşmak için “umran”a yani
medeniyetlere şekil veren sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve fiziksel
şartlara bakmaları şarttır. Umran’a
bu yönden baktıklarında, tarih söylemin bir dalı olmaktan çıkar ve felsefeye
kök salmış bir bilim haline gelir. İbn Haldun tarihin bilim olduğunu, çünkü
önceki Müslüman düşünürlerin belirlediği üç ön şartı taşıdığını savunmaktadır:
bir nesnesi (mevzuu) – insan
toplumları, tarihsel olaylardan doğan kendi problemleri (mesail) ve olayların “içsel anlamı”nı bulma hedefi (gaye) vardır.
(İbn Haldun'un çalışmalarını betimleyen bir resim)
Hem
kını hem kılıcı bulunan bir tarih yazma maksadını ilan eden İbn Haldun,
medeniyetin karakteristiklerini genel olarak ve onbirinci yüzyıldan ondördüncü
yüzyıla kadar Orta Çağ Mağrib bölgesi (Trablus ve Güney Tunus’tan Güney Fas’ın
güneyine kadar olan kuşak) tarihinin
özgün karakteristiklerini keşfetme görevini yüklenmiştir. Yazar kitaba fiziksel
çevrenin olaylar üzerindeki etkisinin analizi ile başlamaktadır. Bunu
insanların sosyal doğasının tanımı, ilkel sosyal örgütlenmenin özellikleri ve
daha yüksek toplum biçimleriyle ilişkisinin tanımı izlemektedir. İbn Haldun
toplumları araştırırken liderlik ve hükümetin doğasına, ilkel toplumların nasıl
daha gelişmiş toplumlar haline gelip daha sonra nasıl çöktüklerine
odaklanmaktadır. Toplumun doğası ve toplumsal değişimler konusundaki fikirleri
onun Orta Çağ’da Mağrib’in durumunun tanımlanmasıyla yumuşatılmaktadır. Burada
yazar bedevi umran (kırsal, bedevi
veya göçebe yaşamı) ile hadari umran (kent yaşamı) arasında
ayrım yapmaktadır. Buna göre İbn Haldun’un iki yaşam tarzı arasında yaptığı
ayrım, Herodotos ve Titus Livius tarihleri gibi klasik eserlerde “katı” ve “yumuşak” toplumlar arasında yaptığı ayrıma çok benzemektedir. İbn
Haldun’a göre bedevi umran
medeniyetin gelişiminin ilk aşaması ve hadari
umran’ın temelidir. İbn Haldun, bedevi
umran içinde aynı zamanda çölün deve çobanı göçebeleri, yarı göçebe gruplar
ve yerleşik çiftçiler arasında ayrım yapmaktadır. Hadari umran içinde ise şehirlerin yakınında yaşayanlar ile içinde
yaşayanlar arasında ayrım yapmaktadır. Bu farklı gruplar değişik gelişim
düzeylerini temsil ederler.
İbn
Haldun’un değerlendirmesine göre kültür ve lüks yaşam hadari umranın en yüksek
hedefidir, ama aynı zamanda medeniyetin gerilemeye başladığının da
göstergesidir:
“Medeniyet bu hedefe
ulaştığında, yozlaşmaya yönelir ve canlıların doğal yaşamında olduğu gibi,
yaşlanmaya başlar.”
Ancak
canlıların büyük çoğunluğunun aksine, hadari
umran doğal nedenlerden dolayı ölmez. Bedevi
umranın karakteristiklerini taşıyan halk tarafından yıkılır. Eskiyi yıkan
galipler, eski devletin birçok özelliğini taşıyan yeni bir devletin temelini
kurar. Bundan sonra bu devlet de hadari
umran aşamasına doğru ilerler. Bu aşamaya gelince halk yine yozlaşmaya ve
dolayısıyla yenilemeye yatkın hale gelir.
Bu
döngünün kaynağı “asabiyet”tir. Asabiyet ancak bedevi umran şartlarında var olabilir. Hadari umran’ın ortaya çıkması asabiyetin
kaybolmasına ve dolayısıyla devletin kaçınılmaz biçimde gerilemesine neden
oldu. İbn Haldun hakkında yazı yazanların hemen hemen hepsi asabiyeti kendisine göre yorumlamıştır.
Bu terim “devletin canlılığı, halkın
yaşam gücü, milliyetçilik duygusu, halkın ruhu, sosyal dayanışma, grup
dayanışması, ortak irade, grup olma duygusu, tüm siyasal ve sosyal organların
mayasını oluşturan protoplazma, asalet, toplumun aristokratik yapısı, savaşta
dayanışma, virtu, kabile fanatikliği ve kabile dayanışması” gibi çeşitli
anlamlarda kullanılmaktadır. Bu tanımların büyük çoğunluğu bir noktaya kadar
doğru olsa da, Lacoste’un işaret ettiği üzere, bu tür farklılıkların varlığı,
İbn Haldun’un bu unsurların bir birleşimini tanımladığını göstermektedir.
Ayrıca asabiyet’in yalnızca soyut,
tarihsellikten uzak bir kavram olmadığı, Orta Çağın Mağribinin tarihi ile sağlam bağlara sahip olduğu da açıktır.
İbn
Haldun’un asabiyete odaklanması
birçok yorumcunun onun laik mi yoksa dindar bir düşünür mü olduğunu
sorgulamasına yol açmıştır. İbn Haldun, Mukaddime’de
sıklıkla Kur’an’dan alıntı yapsa da İslam, asabiyeti kötülemektedir. İslami
düşüncede iktidar ve liderliği hak eden asabiyet
değil, takvadır. Bu açık çelişki,
bazılarını İbn Haldun’un eserlerinin küfür olduğunu ilan etmesine yol açarken,
bazıları da onun genelde laik bir düşünür olduğu sonucuna varmasını
sağlamıştır.
(İbn Haldun'un ders verdiği Fas'taki Ebu İnaniye Medresesi)
Ölümünden
dört asır sonra İbn Haldun’un eserlerinin bazı parçaları gün ışığına çıkarıldı
ve günümüz dillerine çevrilmeye başlandı. (1806) On dokuzuncu yüzyılda
Mukaddime’nin yeniden keşfedilmesi ve tercümesi, sosyoloji ve tarihin bilimsel
yapısı konusundaki eserlerin artışıyla aynı zaman denk geldi. Birçok yazar İbn
Haldun’un fikirleriyle kendi fikirleri arasındaki benzerlikten şaşkına döndü.
Sonuçta çok ileri karşılaştırmalar yapılmaya başlandı. Örneğin İbn Haldun’un
Marx’ın diyalektiğini, Machiavelli’nin virtusunu,
Montesquieu’nün çevre konusundaki fikirlerini, Tarde’nin taklit konusundaki
görüşlerini, Weber’in liderlik tipolojisini, Darwin’in evrim konusundaki
fikirlerini ve Durkheim’ın ‘organik’ ve ‘mekanik’ dayanışma anlayışını dile
getirmiş olduğu ileri sürüldü. İbn Haldun’un birçok bilimi kullanması sonucu
yazdığı eserler daha öncede belirttiğimiz gibi birçok önemli bilim adamını
şaşırtmış ve onların düşüncelerine Orta Çağ’da ulaşması hayrete düşürmüştür.
İbn
Haldun eserleriyle sosyoloji, felsefe, tarih, edebiyat ve din ilimleri gibi
daha birçok alanlarda araştırmalar yaparak, her şeyi bir bütün olarak ele
almıştır. Ancak o devirde tarih biliminde Mukaddime
eseriyle yeni bir kuramın başlatıcısı olmuştur. Çünkü devrin tarih anlayışı ‘tarihlendirme, olayların tarihini belirleme’
anlamına geliyordu. Ancak İbn Haldun’un yazdığı dönemde, el-Taberi ve el-Mesudi
gibi öncüler bu türü o kadar genişletmişti ki, tarih bilinen ve anlamlı
dünyanın kronolojik, ansiklopedik anlatımı şeklinde gelmişti. İbn Haldun bu
türü yeniden değiştirerek, yaygın bilgiyi tekrarlama (isnad) metodundan uzaklaşmış ve araştırmalarını ümmet, yani ulus birimine dayandırmıştır. Bu nedenle İbn Haldun, tarih
biliminde yapıtlarıyla Orta Çağ’dan bugüne bir üstat, yol gösterici olarak
önemini hiçbir zaman yitirmeyecektir.
(İbn Haldun'un hayatını ve Mukaddime eserini anlatan kısa bir video)
KAYNAKÇA
1.
Lawrence, B. L. (ed.) , Ibn Khaldun and Islamic Ideology, Leiden: E. J. Brill,
1984
2.
İbn Haldun, Mukaddime, C.I-II, Hazırlayan: Süleyman ULUDAĞ, Dergah Yayınları,
İstanbul, 2007-2009
3.
Marnie Hughes - Warrington, En Önemli 50 Tarihçi, Etkileşim Yayınları,
İstanbul, 2014
4. Lacoste,
Y. , Ibn Khaldun: The Birth of History and the Past of the Third World, London,
1984
5. ULUDAĞ,
Süleyman, “İbn Haldun” maddesi, İslâm Ansiklopedisi, TDV, C.19, İstanbul 1999.







Konu ve görseller açısından yararlı bir blog.fakat görsellerin bu kadar çok kullanılması ve konuları paragraflara bölmüş olması dikkat dağınıklığına yol açabilir yasa konu üzerindeki etkiyi azaltabilir.gayet başarılı tebrik ederim.
YanıtlaSilBaşarılı bir sunum olmuş ayrıca konu seçimin de güzel tebrik ederim.
YanıtlaSilİbn Haldun aynı zamanda dönemini felsefi ve sosyoloji açısından eserlerinde yansıtan bir tarihçidir. Eserleri hem tarih hem de diğer bilimler açısından çok faydalı olduğunu bugün dahi görebiliyoruz...
YanıtlaSilİbn Haldun'u tanıtmak açısından ayrıntılı ve yararlı bir yazı olmuş.Görseller ve video metni desteklemiş.Tebrikler.
YanıtlaSilİnsanın alışkanlıklarının, doğuştan getirmeyip, sonradan kazandıklarının ifadesi olduğunu, aynı şekilde toplumların ve kavimlerin bir karakteri varsa, bu karakterin de onların alışkanlıkları ve kazandıklarının eseri olduğunu ve dolayısıyla, geleneklerin, adetlerin in-san doğasını değiştirdiğini savunan İbni Haldun, toplumu ve uygarlığı incelemek için, İnsan toplumuna etki eden olguların nedenlerini aramak gerektiğini belirtmiştir. Bunun gibi daha birçok sosyolojik, felsefi ve tarihi söylemi olan Arap bilim adamı İbn Haldun ile alakalı bu yazı iyi olmuş, emeğinize sağlık...
YanıtlaSilBüyük ihtimalle makalenizi paylaştınız. Genel Dünya tarihi hakkında açıkcası fazla bilgim yoktu. Devamını beklemekteyim. Ve çok teşekkür ederim ..
YanıtlaSilTarih ile alakalı paylaşımlar yapmak için özel bir isim olarak "Genel Dünya Tarihi" seçtiğimi belirtmek isterim. Çünkü ülkemizde sadece Türk Tarihi üzerinden bir gelişim söz konusu, Dünya Tarihi yada Genel Tarih pek önemsenmemektedir. Ayrıca bu alan Avrupa ve Amerika ülkelerinde çok gelişmiş olması sebebiyle ülkem adına yeni bir başlangıç yapmak istedim. Böylece onların araştırdıkları konuları parçalar halinde burada yazmaya devam edeceğim... Ve'l-hasıl belirtmek isterim ki yazdığım bir makale değildir, bilimsel bir tanıtım yazısıdır. Ancak düşüncelerinizi belirttiğiniz için çok teşekkür ederim...
Sil